Ünite 1: Türkiye Ekonomisinin Temel Özellikleri ve Dünya Ekonomisindeki Yeri
Türkiye’nin Yüzölçümü ve Coğrafi Konumu
Yüzölçümü büyüklüğüne göre yapılan sıralamada Türkiye dünyanın 34’ncü büyük ülkesidir. Ülke topraklarının yarıdan fazlası
dağlarla ve engebeli arazilerle kaplı olduğu için ortalama yükselti oldukça yüksektir (1.132 m). Bu nedenle gerçek yüzölçümü ile izdüşüm
alanı arasında önemli bir farklılık mevcuttur.
Türkiye coğrafi olarak üç kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika) birbirine en çok yaklaştığı yerde; Asya ile Avrupa’yı birbirinden
ayıran iki önemli deniz boğazının (Çanakkale ve İstanbul) üzerindedir.
Türkiye’nin en doğusu ile en batısı arasındaki uzaklık 1.660 km iken, kuzey ile güney arasındaki mesafe 650 km’dir. Türkiye
doğuda Gürcistan (276 km), Ermenistan (328 km), Nahçıvan (Azerbaycan) (18 km) ve İran (560 km), batıda Yunanistan (203 km) ve
Bulgaristan (269 km), güneyde Irak (384 km) ve Suriye (911 km) ile komşudur. Ülkenin toplam sınır uzunluğu 10.765 km’dir. Bunun
2.949 km’si kara, 7.816 km’si ise deniz sınırıdır.
Coğrafi konum Türkiye’ye başta jeopolitik ve ekonomik olmak üzere pek çok açıdan fırsatların yanı sıra tehditler de
yaratmaktadır. Günümüze kadar olan sürece bakıldığında Türkiye’nin mevcut fırsatları yeterince değerlendiremediği söyleyebiliriz.
Coğrafi konumun doğurduğu tehditlere Soğuk Savaş döneminin getirdiği olumsuzlukları, Ortadoğu’da yaşanmış/yaşanmakta
çatışmaları ve savaş ortamını örnek verebiliriz.
Coğrafi Bölgeler ve Ekonomik Faaliyetler Arasında İlişki
Türkiye coğrafi olarak 7 bölgeye ve idari açıdan 81 vilayete ayrılmıştır. Coğrafi bölgeler tespit edilirken bölge içinde yer alacak
illerin hem doğa şartlarının hem de beşerî ve ekonomik özelliklerinin nispeten benzerlik göstermesi önemli kriterlerdir. Fakat coğrafi
bölgelerin her yerinde benzer coğrafi, doğal, beşeri ve ekonomik yapının var olduğunu söylemek olanaksızdır.
Coğrafi yapı bölgedeki tüm üretim faaliyetlerini etkilemektedir. Yüksek, engebeli, ısı farkının yüksek olduğu ve kış şartlarının
uzun sürdüğü bölgelerde tarım ve sanayi faaliyetleri sınırlı kalmaktadır. Bu bölgelerde hayvancılık faaliyetleri yoğunlaşmaktadır.
Türkiye yarı kurak bir iklim özelliğine sahiptir. Kuzeyde her mevsim yağışlı olan Karadeniz iklimi, güneyde yazları kurak ve çok
sıcak, kışlar ise ılık ve yağışlı olan Akdeniz iklimi görülür. İç bölgelerde karasal iklim görülür.
İklim ve doğa koşulları bölgelerin beşerî ve ekonomik yapılarını etkilemektedir. Söz konusu olumsuzlukların olduğu bölgelerde
üretimin ve istihdamın sınırlı olması, bu bölgeler dışarıya göçleri artırmaktadır. Türkiye’de en çok göç veren bölgelere bakıldığında
Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde coğrafi ve iklimsel şartlara bağlı olarak üretimin özellikle sanayileşmenin yetersiz olması, göçü
tetikleyen önemli unsurlardandır.
Aynı coğrafi bölge içinde farklı yapıların olduğu alt bölgelere aynı ekonomik ve sosyal tedbirlerin uygulanması, kalkınmanın
başarılması açısından çok akılcı değildir. Türkiye’de daha homojen ve bölgesel kalkınmaya daha fazla katkı sağlayacak bölge sisteminin
oluşturulmasına yönelik çalışmalara bu ünitenin bölgesel gelişme başlığında değinilmiştir.
Madenler
Dünya genelinde ticareti yapılan 90 çeşit madenden bugüne kadar sadece 13’ünün varlığı Türkiye’de belirlenememiştir. Türkiye
dünyada kendi hammadde gereksiniminin önemli bir bölümünü karşılayabilen maden çeşitliliğine sahip sayılı ülkelerden biri olsa da
özellikle petrol, doğalgaz ve taşkömürü gibi yakıt madenleri açısından büyük ölçüde dışa bağımlıdır. Genel olarak bakıldığında Türkiye
dünyada toplam maden üretiminde 28’inci, üretilen maden çeşitliliği açısından da 10’uncu sırada yer.
Türkiye’de çıkarılan madenleri “yakıt madenleri”, “hammadde madenleri” ve “çeşitli madenler” olmak üzere üç temel grupta toplamak
mümkündür
Başlıca yakıt madenleri taş kömürü, linyit, petrol ve doğalgazdır.
Hammadde madenleri ise demir, bakır, krom ve manganez ve bor şeklinde sıralanabilir.
Türkiye’de 2010 yılında enerji arzının petrolde %93, doğalgazda %98, taş kömüründe %90’lık kısmı toplamda ise ortalama
%72,9’luk bölümü ithalat ile karşılanmıştır. Türkiye dünya linyit rezervlerinin yaklaşık %1,6’sına sahiptir. Fakat söz konusu rezervin
büyük kısmının ısıl değeri düşük olması nedeniyle bu maden daha çok termik santrallerde kullanılmaktadır. Türkiye’deki linyit rezervinin
yaklaşık %46’sı Afşin-Elbistan havzasında bulunmaktadır.
Türkiye, maden rezervleri yönünden başta bor olmak üzere trona, bentonit, mermer, feldspat, manyezit, alçıtaşı, pomza, perlit,
stronsiyum ve kalsit gibi madenlerde dünyanın sayılı ülkeleri arasındadır. Dünya bor rezervinin %72’si; doğal taş rezervinin yaklaşık
%40’ı; feldispat rezervinin %23’ü; bentonit rezervinin %20’si ve trona rezervlerinin %2,5’i (üretimde dünya ikincisi) Türkiye’de
bulunmaktadır.
Madencilik sektörünün (ham petrol ve doğal gaz dâhil) toplam ithalatı 2000’de 7,1 milyar dolar iken, bu rakam 2007’de 25,3
milyar dolara, 2008’de 35,7 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır. 2009’daki Küresel Mali Kriz nedeniyle azalma gösteren madencilik ithalatı
20,6 milyar dolara inmiştir. Ekim 2010 itibarıyla ithalat 20.522 milyar dolardır.
TÜRKİYE EKONOMİSİ
Stratejik Bir Maden: Bor
Türkiye, dünyanın en büyük ve en iyi kalitede bor rezervlerine sahip olup, dünya bor talebinin önemli bir kısmını
karşılamaktadır. Dünyada 8 ülkede bor rezervi bulunmakla birlikte önemli bor yatakları Türkiye, ABD ve Rusya’da yer almaktadır.
Türkiye toplam 3 milyar ton rezerv miktarı ile dünya toplam bor rezervi sıralamasında %72’lik pay ile ilk sıradadır.
Kimyasal bor bileşiklerinin yaklaşık %85’lik kısmı genel olarak cam, cam yünü, cam elyafı, seramik, tarım ve deterjan
sektörlerinde kullanılmaktadır. Geri kalan %15’lik kısmı ise nükleer uygulamalar, askerî araçlar, yakıtlar, polimerik malzemeler,
nanoteknolojiler, otomotiv ve enerji sektörü, metalürji ve inşaat gibi 500’e yakın alanda kullanılmaktadır. Görüldüğü gibi bor çok geniş
bir alanda kullanılan stratejik bir üründür. Bu ürünlerin yurtiçinde işlenerek ihracatı hem yurtiçi katma değere hem de ihracat gelirlerinin
artmasına önemli katkı sağlayacaktır. Bor madenlerinin yaklaşık %97’si ihraç edilmektedir. 2010 yılında 629 milyon dolar ihracat geliri
sağlanmıştır.
Su Kaynakları
Türkiye’nin kara sularını akarsular, durgun sular ve yeraltı suları olmak üzere üç grupta inceleyebiliriz. Türkiye akarsular
açısından zengin bir ülke olmasına karşılık, bu su kaynaklarının düzensiz akışları ve eğimleri nedeniyle akarsularda nehir taşımacılığı
yapılamamaktadır. Akarsular kuvvetli eğimleri ve gömük yataklarıyla büyük hidroelektrik potansiyeline sahiptirler.
Türkiye durgun sular (göller) açısından da zengindir. Ülkemizde küçük göllerle birlikte 120’den fazla doğal göl bulunmaktadır.
Türkiye’nin en büyük gölü 3.712 km2 alan ile Van Gölü’dür.
Türkiye’nin önemli yeraltı su rezervlerine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Su kaynaklarının önemli bir kısmı buharlaşma ve
yeraltı su kaynaklarını besledikleri için kullanılamamaktadır. Kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı 1.519 m3 civarındadır.
Türkiye su azlığı yaşayan bir ülke konumundadır.
TÜRKİYE’NİN NÜFUSU VE DEMOGRAFİK GÖSTERGELERİ
Nüfusun Ülke Ekonomisi Açısından Önemi
Ülke nüfusu ekonomideki temel üretim faktörlerinden emeğin (işgücünü) kaynağını oluşturmakta, ayrıca toplam tüketimi
belirlemektedir. Nüfus büyüklüğü kadar nüfusun yaş gruplarına ve yerleşim yerlerine göre dağılımı, eğitim düzeyi, nüfusa yeterli eğitim
ve sağlık hizmetlerinin sunulup sunulmadığının yanı sıra nüfusun ne kadarının sosyal güvenlik sistemi kapsamında olduğu gibi
göstergeler de ülkenin sosyo ekonomik kalkınması açısından önemlidir. Nüfus, ülkenin savunma ve askerî gücü açısından da belirleyici
role sahiptir.
Nüfus artış hızı, ülke ekonomisinin yıllık net büyümesini de etkilemektedir. Bu nedenle ülke ekonomisinin yıllık büyüme
hızının nüfus artış hızının çok üstünde olması arzulanır. Bu durum özellikle yüksek nüfus artış hızına sahip az gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelerin ekonomik büyümesi ve kalkınması açısından nüfus artışının kontrolü önemlidir.
Nüfus artışı, ülkenin sermaye birikimi, işgücü ve istihdam düzeyi, doğal kaynaklar, teknolojik gelişme (ilerleme), milli gelir,
kamu harcamaları, konut talebi, beslenme, iç göç ve kentleşme (şehirleşme) gibi ekonomik ve sosyal pek çok değişkeni etkilemektedir.
Artan nüfusa bağlı olarak eğitim ve sağlık harcamalarına daha fazla ihtiyaç duyulur. Bu noktada nüfusun ihtiyacı olan temel hizmetlerin
sağlanması gerekir. Bu ise Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde sınırlı kaynakların, hızlı nüfus artışı nedeniyle demografik yatırımlar
için harcanması demektir. Hızlı nüfus artışı ülkenin daha verimli yatırımlara gidecek kaynaklarını emer, dolayısıyla hızlı ekonomik
kalkınma açısından olumsuzluk yaratır.
Nüfus Sayımı, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Toplam Nüfus
Bir ülkede toplumu oluşturan fertlerin (bireylerin) sayısı, cinsiyeti, yaşı, mesleği ve öğrenim durumları, o ekonominin üretim
gücünü ortaya koymaktadır. Nüfusun yetersiz olması ekonomik kaynakların atıl kalmasına, ülkenin üretim gücünün potansiyelinin
altında olmasına ve birçok başka olumsuzluğu beraberinde getirmektedir. Diğer yandan nüfusun ülkenin ekonomik kaynaklarına göre
fazla olması işsizliğe, elde edilen gelirin daha çok kişi tarafından tüketilmesine, refah kaybına ve buna bağlı olarak pek çok ekonomik ve
sosyal soruna neden olabilmektedir
Osmanlı İmparatorluğunda Nüfus Sayımı ve Amaçları
Türkiye Cumhuriyeti’nden önce Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk nüfus sayımı II. Mahmut döneminde 1830-1831 arasında
yapılmıştır. Bu nüfus sayımında amaç, devletin asker potansiyelini ve vergi tespit etmektir. Bir diğer amaç, ülkede yaşayan Müslüman ve
Müslüman olmayan nüfusu ortaya çıkarmaktır. Bu sayımda sadece erkek nüfus sayılmıştır.
Osmanlıda modern anlamda ilk nüfus sayımı 1882-1890 döneminde gerçekleştirilmiştir. Bu sayımda ülkedeki kadın nüfusu da
tespit edilmiştir. Osmanlı’da son nüfus sayımı 1903-1907 yılları arasında yapılmıştır. Son sayımında İmparatorluğun toplam nüfusu 20,8
milyon kişidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde Nüfus Sayımları
Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan nüfusun tespitine yönelik ilk sayım 1927 yılında yapılmıştır. 1927 sayımında toplam Türkiye
nüfusu yaklaşık 13,7 milyon kişidir. İlk nüfus sayımında kadın nüfusu erkeklerden yaklaşık 400 bin kişi fazladır. Balkan Savaşları’nın
yanı sıra I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda verilen kayıplar toplam nüfus içinde erkek nüfusu azaltmıştır.
Cumhuriyet Dönemi’nde ikinci nüfus sayımı 1935 yılında yapılmış, bu sayımı takiben 1990 yılında kadar her beş yılda bir nüfus
sayımı gerçekleştirilmiştir.
TÜRKİYE EKONOMİSİ
Nüfus sayımı 1990 yılından sonra on yılda bir yapılmaya başlanmıştır. Sokağa çıkma yasağı uygulanarak yapılan sayımlarda
kişiler sayım günü bulundukları yerlerde sayıldığından , bu yöntem yerleşim yerlerinin daimi ikametgâhları hakkında net bilgi
vermemekte idi.
25 Nisan 2006’da çıkarılan 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’ne (ADNKS)
geçilmiştir. ADNKS’ye dayalı ilk nüfus sayım sonuçları 2007 yılına ilişkindir. Bu sonuçlar 21 Ocak 2008’de açıklanmıştır.
Buna ek olarak yüz yüze görüşme yolu ile hanehalkları ve hanehalklarının oturduğu konutlara ilişkin bilgiler ile sayımı yapılan
kişilerin başlıca demografik, sosyal ve ekonomik nitelikteki bilgileri derlenmektedir.
Nüfusun Eğitim Özellikleri
Eğitim, işgücünün niteliği açısından önemli bir göstergedir. Eğitim, işgücünün daha nitelikli hâle gelmesini sağlayarak beşerî
(insan) sermayenin gelişmesini sağlar. Günümüzde beşerî sermaye en az fiziki sermaye kadar önemli bir faktördür. İşgücünün niteliği
genelde eğitim düzeyi ile ölçülmektedir. Fakat işgücünün niteliğini sadece alınan diploma ile ölçmek yanıltıcı olabilir. İş başında alınan
eğitim, kullanılan teknoloji ve edinilen deneyim ve tecrübelerde nitelik açısından önemlidir. Fakat bunların sayılara aktarılmasında sorun
olduğu için işgücünün niteliği eğitim düzeyi ile ölçülmektedir.
1927 nüfus sayımına göre nüfusun sadece %10,6’sı okuryazar idi.
Türkiye Cumhuriyeti 1924’teki Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim sistemini, ardından Harf Devrimi (1928) ile de kullandığı
alfabeyi değiştirmiştir. Özellikle Harf Devrimi ile pek çok kişi yeni sisteme göre okuryazar olmayan nüfusa dahil edilmiştir. 1927’de
%10’lar düzeyinde olan okuryazarlık oranı 1928’de yüzde sıfır düzeyine inmiştir. Bu tarihten sonra eğitim düzeyi ve dolayısıyla
okuryazarlık oranını artırmaya yönelik politikalarda önemli ilerleme sağlansa da eğitim tüm bireylere ulaştırılamamıştır. 1935’te yaklaşık
%19 olan okuryazar oranı 1965’te yaklaşık %49’a 1990’da %80,5’e ve 2010’da %94’e yükselse de toplam nüfusun hâlâ %6’lık kısmı
okuryazar değildir. Bu oran kadınlarda yaklaşık %10’dur
1997’de 4036 sayılı Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Temel Eğitim Yasası ile birlikte 5 yıllık olan zorunlu eğitim ve öğretim 8 yıla
çıkarılmıştır. Yasa, eğitim süresi açısından olumlu sonuçlar yaratırken, endüstri ve meslek liselerine yönelik talebi ciddi ölçüde
düşürmüştür. Bu da sanayinin nitelikli ara elemanı ihtiyacını karşı lamasında olumsuzluklar yaratmıştır. Türkiye’de eğitim politikasının
belli bir stratejiye göre oluşturulamaması, eğitimde önceliklerin ve sistemlerin sürekli değişmesi, eğitim çıktılarına olumsuz
yansımaktadır.
2011 yılı verilerine göre Türkiye’de yaklaşık 17 milyon kişi hiç okula gitmemiş ve/veya zorunlu eğitim süresini
tamamlayamamıştır. 3,1 milyonu ise okuma yazma bilmemekte ve bu nüfusun büyük bir bölümünü kadınlar oluşturmaktadır Türkiye’de
yükseköğretim yaygınlaştırılamamıştır. OECD’nin 2009 yılı verilerine göre Türkiye’de yetişkin nüfusun sadece %13’ü yükseköğretim
mezunudur.
TÜRKİYE’DE İNSANİ GELİŞMİŞİLİK
1970’lerden önce “kalkınma” diğer bir ifadeyle “gelişme” büyük ölçüde, milli gelirdeki artışlarla eşit görülmekteydi Genelde
ülkenin kalkınma düzeyini ölçmek için kişibaşına milli gelir kullanılmıştır. Kişibaşına milli gelir önemli bir refah göstergesi olmasına
karşılık, iyi okunmadığı vakit yanıltıcı olabilmektedir. Bir ülkede milli gelir artışının diğer bir ifadeyle ekonomik büyümenin yüksek oluşu
o ülkenin gelişmiş bir ülke olarak adlandırılabilmesi için yeterli değildir.
İnsani Gelişme Endeksi ve Türkiye
UNDP’nin 2011 yılı İnsani Gelişme Raporu’nda Türkiye 187 ülke arasında 92’nci sıradadır. Türkiye, bir önceki yıla göre
iyileşme sağlayarak üç basamak yukarı çıkmıştır. Bu gelişmede Türkiye’nin milli gelir seviyesinin küresel ekonomik krizden görece az
etkilenmesi ve doğumda beklenen yaşam süresinin 72,2 yıldan 74 yıla çıkması önemli rol oynamıştır.
Türkiye’nin 1970’li yıllarda yaşadığı ekonomik, siyasi ve sosyal kargaşa ve çatışma ortamı ülkenin kalkınma hızını önemli
ölçüde düşürmüştür. 1970’lerden 2000’li yıllara kadar olan süreçte ülke ekonomisindeki istikrarsızlıklar insani gelişme açısından istenilen
ivmenin yakalanmasını engellemiştir. Söz konusu dönemde Türkiye İGE değerini artırsa da diğer ülkelerin gerisinde kalmıştır. Bu
dönemde yüksek enflasyonist ortam ülkede gelir dağılımındaki adaletsizliği artırmış, artan faiz harcamaları ise yapılması gereken eğitim,
sağlık ve çeşitli altyapı hizmetlerinin aksamasına veya yapılamamasına yol açmıştır. Yapılan devalüasyonlar ise dolar cinsinden milli geliri
düşürmüştür. Hızlı nüfus artışı, okullaşma oranlarının düşük olması, ciddi orandaki okuryazar olmayan nüfus, artan işsizlik vb. nedenler
Türkiye’nin İGE değerine olumsuz yansımıştır.
2011 İnsani Gelişme Raporu ve Türkiye
Türkiye özellikle eğitim, sağlık, gelir dağılımı gibi ekonomik ve sosyal alanda gelişmiş ülkelerin yanı sıra pek çok gelişme
yolundaki ülkenin gerisinde kalmıştır. İGE değerlerine göre yapılan sıralamada Türkiye’nin gerilerde kalmasında ekonomik olmayan
göstergeler oldukça fazla etkili olmuştur. Eğitim, bilim, sağlık ve diğer çevresel faktörlere ilişkin endekslerdeki düşük performanslar
Türkiye’nin sıralamadaki yerini aşağıya çekmiştir. Kişi başına milli gelir sıralamasında 65’inci olan Türkiye, gelir dışı insani gelişmişlik
endeksi sıralamasında 116’ncı sırada yer almaktadır. Diğer yandan, Türkiye doğumda beklenen ortalama yaşam süresinde (73,9 yıl) 187
ülke arasında 76’ncı, ortalama okullaşma süresinde (6,5 yıl) 122’nci, beklenen okullaşma süresinde (11,8 yıl) 119’ncu ve kişibaşına milli
gelirde (12.246 dolar- sabit fiyatlarla satınalma gücü paritesine göre) 66’ncı sırada yer almıştır.
TÜRKİYE EKONOMİSİ
TÜRKİYE’DE İŞGÜCÜ PİYASASINA İLİŞKİN TEMEL GÖSTERGELER
Türkiye işgücü piyasasındaki gelişmeler aktif nüfus, işgücüne katılma oranı, bağımlılık oranı, istihdam oranı, işsizlik ve işgücü
maliyetleri çerçevesinde değerlendirilmektedir.Bir ülkede, ülke nüfusunun tamamı üretim sürecine katılamamaktadır. Hastalar, yaşlılar,
sakatlar, askerler ve mahkumların yanı sıra üniversite yurtları ve yetiştirme yurtlarında kalanlar çalışamamaktadır. Bunların dışında kalan
15 ve daha üstü yaş gruplarındaki bireyler kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfusu oluşturmaktadır. Aktif nüfus ise ülke nüfusunun
üretici konumunda olan 15-64 yaş arasındaki bireylerden oluşmaktadır. Aktif nüfus (daha geniş tanımla kurumsal olmayan çalışma çağındaki
nüfus), ülkenin işgücü arzını oluşturur. Aktif nüfusun tamamı istihdam edilmeyebilir.
İstihdam, çalışmak istek ve yeteneğinde bulunan bireylerin (kişilerin) üretim sürecinde kullanılmasıdır. İşsiz ise çalışma istek
ve yeteneğinde olduğu hâlde geçerli (cari) ücret ve çalışma şartlarında iş bulamayan bireylere denir. İşgücüne Katılma Oranı (İKO),
nüfusun işgücü olan kısmının kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfusa (15 ve üstü yaş grubuna) oranıdır. İKO, nüfusun yaş
gruplarına göre dağılımının yanı sıra okullaşma oranı, emeklilik yaşı, kişi başına gelir düzeyi gibi pek çok ekonomik ve sosyal değişkene
bağlıdır. Ülkede işgücüne katılım oranı düştükçe, bağımlılık oranının yanı sıra işsizlik de artmaktadır. Bağımlılık oranı ise ülkede
çalışan (15-64 yaş arası) her 100 kişinin, bakmakla yükümlü olduğu çalışmayan (0-14 ile 65+) kişi sayısı ile ölçülmektedir. Bu oran
gençler ve yaşlılar için ayrı ayrı hesaplanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde yaşlı bağımlılık oranı gelişmekte olan ülkelere göre daha yüksektir.
Buna karşılık Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde ise genç bağımlılık oranı (0-14) daha fazladır. Aktif çağdaki nüfus ne kadar çok
üretim sürecine katılırsa, bağımlılık oranı o derece düşer.
2011 yılı verilerine göre, Türkiye’de yaklaşık 53,6 milyon kişi kurumsal olmayan çalışma çağındaki toplam nüfus içinde 26,7
milyon kişi, işgücünü oluşturmaktadır. İşgücünün 24,1 milyon kişisi istihdam edilirken, 2,6 milyon kişi işsizdir. İşsizlik Türkiye
ekonomisinin karşılaştığı en önemli sorunlardandır. 1980-2012 döneminde Türkiye’de işsizlik oranları %7’nin altına indirilememiştir.
2002’den sonraki dönemde hızlı ekonomik büyümeye rağmen işsizlik oranları çift haneli oranlara ulaşmıştır. Üretim artışı için yeni
işgücü alımı yerine mevcut işgücünün vardiyasının artırılmasının yanı sıra daha yoğun teknoloji ve makine kullanımı, işsizliğe olumsuz
yansımıştır.
İşgücü Maliyetlerinde Gelişmeler
Türkiye’de istihdamın artırılmasında yüksek olan işgücü maliyetlerinin aşağıya çekilmesi önemlidir. Bu maliyetlerin aşağıya
çekilmesi hem kayıt dışı istihdamı hem de işsizliği azaltacaktır. 1998-2010 döneminde işgücü maliyetlerinde reel anlamda bir artış söz
konusudur. Şubat 2001 Krizi nedeniyle işçi ücretlerine düşük zam yapılması hatta indirime gidilmesi işçi kesiminde maliyetleri
azaltmıştır.
TÜRKİYE’DE SOSYAL GÜVENLİK
Sosyal güvenlik, sosyal refah devleti anlayışının en önemli uygulamalarından biridir. Sosyal güvenliğin temeli, bireylerin
yaşamlarında karşılaşabilecekleri olası (muhtemel) risklere karşı önceden tedbir almalarına dayanır. Çünkü bireyler yaşamları boyunca
kendi iradeleriyle (analık ve aile sahibi olma) ya da iradeleri dışında çeşitli mesleki (iş kazası, meslek hastalığı ve malullük), fizyolojik (hastalık,
yaşlılık, ölüm gibi) ve sosyo-ekonomik (işsizlik, yoksulluk) risklerle karşı karşıyadırlar.
Sosyal güvenlik sistemi bireylerin bugünü ve geleceği için bir sigorta niteliği taşımaktadır. Sosyal güvenlik sistemi kişilere,
belirli sosyal risklerin gerçekleşmesi sonucunda ortaya çıkan muhtelif zararların, ilave maliyetlerin veya gelir kayıplarının kısmen veya
bütünüyle telafisine yönelik ekonomik güvence sistemidir.
Günümüzde aile bağları başta olmak üzere geleneksel dayanışmanın giderek zayıflaması, özellikle sosyal dışlanmayla mücadele
açısından sosyal hizmetlere duyulan gereksinimi artırmaktadır Dolayısıyla sosyal güvenliğin kapsamı da genişlemektedir. Bir ülkedeki
sosyal güvenlik sisteminin yapısı, o ülkenin ekonomik ve sosyal koşulları ile doğrudan ilişkilidir.
Osmanlı’da Sosyal Güvenlik
Türk toplum geleneğinin bir parçası olan güçlü aile bağları ve yardımlaşmanın yanı sıra vakıf kültürü toplumdaki sosyal
dayanışmayı artırmıştır. 18. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti’nde sosyal güvenlik daha kurumsal bir yapı kazanmış ve ilk kez bu
yüzyılda sosyal yardım amaçlı vergi toplanmaya başlanmıştır. 19. Yüzyılda ise Darülaceze, darüşşafaka gibi kurumların yanı sıra
emeklilik ve yardımlaşma sandıkları kurulmuştur. Tanzimat sonrasında çalışma hayatı ve işçilerle ilgili yapılan kanuni düzenlemeler ise
dar kapsamlıdır. Bu düzenlemeler Maden Nizamnamesi (1863), Dilaver Paşa Nizamnamesi (1865) ve Maadin Nizamnamesi’dir (1869) .
Modern anlamda sosyal güvenlik Osmanlı Devleti’nde Avrupa’ya oranla oldukça geç gelişme göstermiştir.
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Sosyal Güvenlik
Sosyal güvenlik anlamında Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki düzenlemelerin yanı sıra Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki
düzenlemeler de dar kapsamlı ve yetersiz kalmıştır. 1921’deki 151 sayılı Ereğli Havzai Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna
Müteallik Kanun ile kurulan Amele Birliği, Türkiye’nin kanun ile kurulan ve üyeliği zorunlu olan ilk sosyal güvenlik kuruluşudur.
Sosyal Güvenlik Kuruluşları
Türkiye Cumhuriyeti’nde modern anlamda sosyal güvenlik sistemi II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulmuştur. 4792 sayılı
Kanun’un 1 Ocak 1946’da yürürlüğe girmesiyle birlikte o tarihe kadar kurulan çok sayıda işçi sandığı İşçi Sigortaları Kurumu çatısı
altında birleştirilmiştir
TÜRKİYE EKONOMİSİ
Sosyal güvenlik alanında 1961 Anayasası önemli bir dönüm noktasıdır. Anayasa’nın (1961) 60. maddesi’nde “Herkes, sosyal
güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar” hükmü ile sosyal refah devletinde
kamunun üstleneceği role vurgu yapılmıştır. Anayasa’nın yanı sıra beş yıllık kalkınma planlarında sosyal güvenliğin genişletilmesi ve
etkinleştirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Sosyal güvenlik kurumlarının tek çatı altında birleştirilmesi fikrine ilk kez Birinci Beş Yıllık
Kalkınma Planı’nda (1963-1967) yer verilmiştir.
1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinin ardından işçi statüsünde çalışanlara ilişkin sigorta kollarına ait çeşitli kanunlara
dağılmış bulunan düzenlemeler yeniden gözden geçirilmiştir. 1965’te İşçi Sigortaları Kurumu, Sosyal Sigortalar Kurumu’na (SSK’ya)
dönüştürülmüş, işçilerin sosyal güvenlik ile ilgili hakları genişletilmiştir. 1972 yılında Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar
Sosyal Sigortalar Kurumu (Bağ-Kur) kurulmuştur. Bağ-Kur kapsamındaki sigortalılara sağlık sigortası yardımları verilmesi ancak 1986
yılında mümkün olabilmiştir.
Sosyal Güvenlik Kuruluşlarının Birleştirilmesi ve Genel Sağlık Sigortası
Mayıs 2006’da kabul edilen 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK), Emekli Sandığı
ve Bağ-Kur, tek çatı altında toplanarak Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) oluşturulmuştur. Böylece farklı kurum ve kanunlara tabi
sigortalıların sigorta hak ve yükümlülüklerinin eşitlenmesi, mali olarak sürdürülebilir tek bir emeklilik ve sağlık sigortası sisteminin
kurulması öngörülmüştür. Reform ile aynı zamanda nüfusun tamamına eşit, kolay ulaşılabilir ve kaliteli sağlık hizmeti sunumunu
amaçlayan genel sağlık sigortası sisteminin oluşturulması hedeflenmiştir. Bu doğrultuda 31 Mayıs 2006 tarihinde 5510 sayılı Sosyal
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu kabul edilmiştir. 1 Ocak 2007’de yürürlüğe girmesi öngörülen Kanun’un bazı maddelerinin
Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi nedeniyle tüm hükümleri ile yürürlüğe girmesi gecikmiştir. Kanun’un tüm hükümleri ile yürürlüğe
girebilmesi 1 Ekim 2008’de mümkün olabilmiştir.
Sosyal Güvenlikle ile İlgili Sorunlar ve Genel Değerlendirme
Yapısal sorunlar; kurumlar arası norm ve standart farklılıkları, emeklilik yaşı ve erken emeklilik sorunu, af uygulamaları ve
borçlanma yasaları, kayıt dışı istihdam ve kaçak sorunu, idari ve mali özerklik sorunu, mevcut sistemin yoksulluğa karsı etkin koruma
sağlayamaması ve nüfusun tamamının sosyal güvenlik kapsamına alınamaması şeklinde ifade edebiliriz.
Finansal sorunları ise aktüeryal dengedeki bozukluk (aktif/pasif sigortalı oranının düşüklüğü), finansman sorunları, sağlık
harcamalarındaki hızlı artışlar, prim tahsilat oranlarındaki düşüklük ile prim oranlarındaki yükseklik, prim karşılığı olmayan ödemeler ve
devlet katkısının olmayışı şeklinde sıralayabiliriz.
Türkiye’de sigortalı nüfus oranı 1960 yılında toplam nüfusun %5,7’sine, 1965 yılında %20’sine, 1980 yılında %47’sine ve 2005
yılında %92’sine ulaşmıştır. Bu oran Mart 2012 itibarıyla %86’dır. Mart 2012 itibarıyla 63.762.642 kişi SGK kapsamındadır. 2011 yılı
verilerine göre Türkiye nüfusunun yaklaşık %12’si yeşil kartlıdır.
Türkiye’de emeklilere ve diğer hak sahiplerine ödenen aylıkları pek çok kişi için yeterli seviyede değildir. Sosyal güvenlik sistemin gelirleri ve
giderleri arasında uygun bir dengenin oluşturulması ve bu dengenin sürdürülebilir olması noktasında henüz istenilen bir görünüm mevcut değildir.
Ortalama yaşam süresinin artışı da aylık ödemeleri ve sağlık yardımlarındaki artışlarda sistemin giderlerinin artmasına yol
açmıştır.Sosyal güvenlik hizmetlerinin etkin bir şekilde yürütülmesi için ilk olarak finansman sıkıntılarının giderilmesi ve mevcut
kaynakların etkin ve verimli kullanılması gerekir. Sistemin idari (yönetim) açıdan şeffaf olması noktasında eksiklikler mevcuttur.
Prim oranlarının ödenebilir seviyede olması noktasında, OECD standartlarıyla karşılaştırıldığında Türkiye’de prim oranları oldukça
yüksektir. Sağlık hizmetlerine erişimin kolay ve sağlanan hizmetlerin nitelikli olması için yapılan düzenlemelerden, 2000’li yıllara kadar istenilen
ölçüde başarı sağlanamamıştır. Yoksullukla mücadele etme noktasında sosyal güvenlik sistemi önemli role sahiptir. 1942 İngiltere’de
hazırlanan Beveridge Raporu “yoksulluğu” “çağdaş toplumun yüz karası” olarak nitelemekte, yoksullukla mücadele için etkin bir
sosyal güvenlik sistemine ihtiyaç duyulduğunu belirtmektedir.
Sosyal güvenlik sisteminin aktüeryal dengelerinin bozulmasında siyasi müdahalelerin önemli yeri vardır.
TÜRKİYE’DE BÖLGESEL KALKINMADA GELİŞMELER
Türkiye’de Kalkınma Politikaları
1923-1950 döneminde Türkiye’de ülke çapında kalkınmaya ağırlık verildiği görülmektedir. Bunun sebebi ise ülkenin
tamamının kalkınma açısından yetersiz, diğer bir ifadeyle az gelişmiş olmasıdır. 1950-1960 döneminde özel sektör yatırımları daha çok
İstanbul ve Marmara Bölgesi’nde yoğunlaşmıştır. Devlet, kamu yatırımlarını her ne kadar ülke geneline yaymak istemişse de dağıtımda
ülkenin doğu kesimi yeterli payı alamamıştır.
1960 sonrasındaki bölgesel kalkınma politikasının amacı bölgeler arası ve bölge içi gelişmişlik (kalkınmışlık veya kalkınma da
diyebiliriz) farklarını azaltarak ekonomik kalkınmayı hızlandırma şeklinde ifade edilebilir. Bölgesel kalkınmada Devlet Planlama
Teşkilatı’na (DPT) önemli görevler verilmiştir. DPT, bölgesel politikanın oluşturulması, koordinasyonu, değerlendirme ve izlenmesinin
yanı sıra kaynak tahsisini yürütmektedir. Dolayısıyla bu dönemde yerel aktörler bölgesel kalkınma planlamasının dışında kalmıştır.
DPT’nin hazırladığı kalkınma planlarında bölgesel kalkınma için ilk önce altyapı geliştirilmesine ağırlık verilmiştir. Daha sonra gelişme
merkezleri belirlenmesi, öncelikli gelişme alanlarının saptanması, yerel kaynakların ve potansiyellerin ortaya çıkarılması, fonksiyonel
bölgeler oluşturulması, AB’nin bölgesel kalkınma deneyimlerinden yararlanarak yeni politikaların belirlenmesi, bölgelerde öne çıkacak
TÜRKİYE EKONOMİSİ
sektörlerin saptanması, sanayide rekabetçiliği artırma ve istikrarlı bir bilgi toplumu için bölgesel düzeyde yapılması gerekenler olarak öne
çıkarılmıştır.
Bölgesel Kalkınma Politikalarında AB Müktesebatına Uyum Süreci
Türkiye AB Müktesebatı’na uyum kapsamında Birliğin (AB’nin) bölgesel politikasının önemli bir unsuru olan yeni bölge
tanımlamasına geçmiştir. Bu bölge sisteminin adı İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması’dır.
Türkiye’de Düzey 1’e (NUTS 1) göre 12, Düzey 2’ye (NUTS 2) göre 26 ve Düzey 3’e (NUTS 3) göre 81 bölge
oluşturulmuştur. Düzey 3 bölgeleri illerden oluşmaktadır.
Türkiye Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın da önerilen “kalkınma ajansı” şeklindeki yerel kurumsal yapı tesis
edilemediğinden bu güne kadar hazırlanan dokuz bölge kalkınma planı içinde GAP dışında hiçbir bölge planında istenilen düzeye
ulaşılamamıştır.
Türkiye’de Bölgesel Gelişmişlik Farklılıkları
Türkiye’de sosyo ekonomik göstergelerin yanı sıra gelir dağılımı açısından da bakıldığında bölgeler arasında ciddi oranda
gelişmişlik farklılıkları söz konusudur. Kişi başına gelir açısından bakıldığında 12 bölge (Düzey 1’e göre) arasında en yüksek ortalama
gelir 14.873 TL ile İstanbul (TR 1) bölgesinde, en düşük ise 5.418 TL ile Güneydoğu Anadolu (TRC) bölgesindedir.
Türkiye’de bölgelerin gayri safi katma değere (GSKD) katkılarına bakıldığında (2010 verilerine göre) en yüksek paya %27,7 ile
İstanbul, en düşük paya %1,5 ile Kuzeydoğu Anadolu bölgesi sahiptir.
Bölgesel düzeyde temel sektörlerin gayri safi katma değere katkısında ciddi farklılıklar mevcuttur.
Sanayinin bölge içinde GSKD’ye katkısının en yüksek olduğu bölge Bursa, Bilecik ve Eskişehir’den oluşan Bursa (TR41)
bölgesi iken, en düşük katkı ise Ağrı, Kars, Iğdır ve Ardahan’dan oluşan Ağrı (TRA2) bölgesindedir.
Tarımın bölgesel GSKD’ye katkısına bakıldığında en fazla katkı Ağrı (TRA2’de) (%24,6), en düşük katkı %0,2 ile TR10
(İstanbul) bölgesindedir. Hizmetler sektörünün bölgesel GSKD’ye katkısı bakımından, en fazla katkıyı %73,1 ile TR10 (İstanbul), en az
katkıyı %47,9 ile TR33 Manisa (Manisa, Afyon, Kütahya ve Uşak) sağlamaktadır.
Ekonomik olmayan göstergelere bakıldığında da bölgeler arasında farklılıklar mevcuttur. Şehirleşme, nüfus artış hızı, bebek
ölüm oranları, doğumda anne ölüm oranları, üniversite sayıları, kişi başına düşen uzman hekim ve hemşire sayılarında bölgeler arasında
ciddi farklılıklar mevcuttur.
TÜRKİYE’DE TASARRUF EĞİLİMİNDE GELİŞMELER
Hızlı ekonomik büyüme (geniş anlamda kalkınma) için ülkenin daha fazla yatırıma dolayısıyla tasarrufa ihtiyacı vardır.
Ekonominin mantığında ise yatırımlar tasarruflara eşit olması gerekir. Eğer yatırımları finanse edecek yurtiçi tasarruf yetersiz ise, yurtdışı
(yabancı) tasarruflar ödünç alınır. Yetersiz yurtiçi tasarruflar Türkiye’nin cari işlemler dengesindeki yüksek açığın temel sebebidir.
Türkiye’de ekonomik büyümeyi hızlandırabilmek için gerekli olan yatırımların artırılmasında en önemli sıkıntı tasarrufların
(burada bahsedilen yurtiçi tasarruflar) artırılamamasıdır. Toplam yurtiçi tasarruflar/GSYH oranı en yüksek düzeye (%29,1) 1989’da
çıkmıştır. 1990-2011 döneminde yurtiçi tasarruflar/GSYH oranında genel bir düşüş trendi söz konusudur.
DÜNYA EKONOMİSİNDE TÜRKİYE’NİN YERİ
Türkiye ekonomisi Şubat 2001 Krizi’nden sonra hızlı bir büyüme sürecine girmiş, ülke 2002-2011 döneminde ortalama %6,5
oranında büyümüştür. 2011 yılında Türkiye, G-20 ülkeleri arasında Çin (%9,3) ve Arjantin’in (%8,9) ardından %8,5 büyüme oranı ile
en hızlı büyüyen üçüncü ekonomi olmuştur.
Türkiye 2010 yılı verilerine göre, cari fiyatlarla 734,4 milyar dolar GSYH büyüklüğü ile dünyanın 17’nci büyük ekonomisidir.
Satınalma Gücü Paritesi’ne (SGP) göre GSYH tutarı 1.116 milyar dolar olan Türkiye, SGP’ye göre yapılan GSYH sıralamasında
dünyanın 15’inci büyük ekonomisi konumundadır.
2011 verilerine Türkiye nüfus bakımından dünyanın en kalabalık 19’uncu ülkesidir. 2010 yılında Türkiye’de cari fiyatlarla kişi
başına milli gelir 10.106 dolar (dünya sıralamasında 47’nci) iken, SGP’ye göre kişi başına milli gelir yaklaşık 15.340 dolardır (dünya
sıralamasında 42’nci ülke).
Türkiye, beşeri kalkınma diğer bir ifadeyle insani gelişme açısından dünya ülkeleri arasında ekonomik gelişmişlik düzeyiyle
paralel bir noktada değildir. Dünyanın ilk 20 ekonomisi arasında yer alan Türkiye, beşeri kalkınma endeksi (insani gelişme endeksi)
sıralamasında 187 ülke arasında 92’nci sıradadır.
Türkiye’de yurtiçi tasarruflar/GSYH oranı giderek düşmektedir. Türkiye’deki tasarruf eğilimi oranı genel olarak bakıldığında
orta gelir grubundaki ülkelerle benzer niteliktedir. Tasarruf oranı Türkiye gibi yüksek büyüme hızına sahip ülkelerle karşılaştırıldığında
Türkiye’nin tasarruf oranı bu ülkelere göre düşük düzeyde kalmaktadır. 2000-2008 döneminde Çin’de ortalama tasarruf oranı yaklaşık
%46 iken, bu Türkiye’de yaklaşık %17’dir. Nispeten yüksek büyüme oranlarının olduğu dönemde yurtiçi tasarrufların düşmesi,
yatırımların finansmanında yabancı tasarruflara olan talebi daha da artırmaktadır.